Yazar/sanatçının duyuş, düşünüş ve hadiseleri değerlendiriş yönünden; dar anlamda mensubu olduğu toplumun/ulusun, geniş anlamda insanlık âleminin bir üyesi olması hasebiyle eserlerinde bunun izlerini, yankısını göstermesi olağan bir husustur. İki yönden olağandır: Hem müktesebatı itibariyle zorunlu bir sonuçtur hem de ürünlerini onlar için ortaya koymaktadır. Sartre, edebiyat “sizi bir kavganın içine atıverir” diyor Edebiyat Nedir?’de… Burada ‘edebiyat’ kelimesi sanatçının ortaya koyduğu ürün olarak da okunabilir. Yazar/sanatçı ait olduğu çevreyle bağlantılı olarak ortaya koyduğu ürünlerinde onların sevinç ve tasalarında yanlarında olacaktır. Bu, umumi felaketlerde yahut ‘milli’ hususlarda daha çok böyledir. Herkesin/her kesimin kendince çözüm aradığı bir felaketle karşılaşma zamanında elbette sanatkâr da – duygusal açıdan hassasiyetini bildiğimiz bir kesim – bir çözüm sunacak, çareler arayacak; hiç olmazsa dikkati yoğunlaştırmak, problemi belirgin kılmak için çaba harcayacaktır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birini, Kurtuluş Savaşında ney üfleyerek cepheye giden Konyalı neyzenler oluşturmaktadır. Burada hem sanatkar hem muhatap açısından dikkate alınması gereken husus; sanatın angaje hale gelmesine, bir propaganda aracı derekesine düşürülmesine katiyetle karşı olmaktır. Ancak has sanatkâr bunu başarır. Çünkü sanat, hem bireysel olarak sanatkârı hem toplumu özgürleştirir. Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı, Mehmet Akif’in “Ağzım kurusun yok musun ey adl-ilahi” mısraıyla bilinen şirini ve Halit Ziya’nın “Hazin Bir Cuma”sını – benzer konuları işlediklerini düşündüğümüz için – karşılaştıracağız. Adı geçen edebi verimlere sanatsal olmaktan daha çok sosyolojik zaviyeden bakılacak ve değerlendirilmeye çalışılacaktır. Vurgulanan husus, sanatkârın kendine has duyarlığı ve kanaat önderliğidir.
As the author/artist is a member of a society/nation in the narrow sense and a member of the humanity in the broad sense, it is normal to encounter the traces and the echoes of his/her perception, thought and way of interpretation at his/her works. It is normal in both ways: it is a compulsory outcome because of his/her body of knowledge and the artist creates for the sake of his/her stance against the world, as well. “The literature would lend you into a fight” says Sartre in “What’s Literature?”. Here, the word “literature” could be read as the literary work that the artist revealed. The author/ artist, in relation to the environment he/she belongs to, would be with the society in their joy and sorrow with the products that is put forward. It is more often seen in this way either at public disaster or in ‘national’ occasions. In times of facing a public disaster in which every one/every group tries to find his own solution, of course the artist – a group as we know has the emotional sensitivity - would serve a solution, seek remedies; would endeavour for focusing the attention and making the problem clear at least. One of the most striking example of this phenomena is the flute players (neyzen) of Konya who went to the front in the War of Independence. The matter that should be considered in terms of both the artist and the audience is to stand decisively against art’s being engaged or reduced to a tool of propaganda. However, the particular artist would success as art both liberates the artist and the society as well. Yahya Kemal’s “Bayram Morning at Süleymaniye Mosque” (Süleymaniye’de Bayram Sabahı), Mehmet Akif’s poem that is known with the line of “Where have you been O God of Justice, get my mouth dry” (Ağzım kurusun yok musun ey adl-ilahi) and Halit Ziya’s “A Sad Friday” (Hazin Bir Cuma) will be analysed in this essay comparatively as they have similar content. These works will be criticized from sociological perspective rather than literary aspect. The artist’s sensibility and his/her opinion leadership will be emphasized.
By subscribing to E-Newsletter, you can get the latest news to your e-mail.