Birey ve Tanrı arasındaki ilişki, kutsal kitapların ana temasını oluşturur. Onlar başlıca bu ilişkiyi tesis etme, insanın hayatına bireysel ve toplumsal anlamda bir düzen getirme ve anlam katma amacını güderler. Yalnız peygamberler değil filozoflar da bu ilişki üzerinde durmuşlar, onun nasıl mümkün olabileceği hususunda görüşler öne sürmüşler, bu şekilde “iman” konusuna felsefi bir derinlik kazandırmaya çalışmışlardır. Bu tutum felsefe tarihi boyunca genellikle Tanrı varlığının kanıtlanması, ruhun ölümsüzlüğünün temellendirilmesi şeklinde kendini göstermiştir. Mevlana ve Kierkegaard, Tanrı’nın kanıtlanamayacağı konusunda hemfikirdirler. Onlara göre Tanrı için kanıt aramak iman açısında yetkinlik değil kusurdur, tamlık değil eksikliktir. İman, temelini Tanrı’nın kanıtlanabilir oluşunda değil kanıtlanamaz oluşunda, bilinebilir oluşunda değil bilinemez oluşunda bulur. Bu konuda aklın söyleyebilecek ikna edici bir sözü yoktur. Dil, bu konuyu anlatmakta yetersizdir. Mevlana ve Kierkegaard, birey ve Tanrı arasındaki ilişkiyi rasyonel bir zeminde değil, Tanrı’nın insana, insanın Tanrı’ya yönelimi doğrultusunda daha çok bir gönül ilişkisi olarak kurmak isterler. Kierkegaard için iman iki varoluş arasındaki sevgide ifadesini bulur. Mevlana’da ise kendi varlığını sevgilinin varlığında yeniden keşfetmede ortaya çıkar. Onlar daha çok Tanrı’dan insana doğru gelen, insandan Tanrı’ya doğru dönen, Tanrı’dan yine insana gelen, insandan insana, aşama aşama tüm varlığa, tüm evrene doğru yasıyan bir sevgi sarmalından söz ederler. Sonuçta inanma hali, varlığa karşı derin ve içtenlikli bir sevgi duymaya, “yaratılanı yaratandan ötürü” hoş ve güzel görmeye dönüşür. Bu yönelim temelini, imanın bir “aşk hali” olarak algılanmasında bulur. Çalışmamızda Mevlana’nın ve Kierkegaard’un inanma tutumu, bu bağlamda değerlendirilecektir.
The relationship between the i
By subscribing to E-Newsletter, you can get the latest news to your e-mail.